17 Kasım 2025 - 07:26
GÜNCEL KURLAR
🇺🇸USD: 42,3054 ₺ 🇪🇺EUR: 49,1836 ₺ 🥇GRAM ALTIN: 2.788,31 ₺ BTC: 4.017.911 ₺ 🇺🇸USD: 42,3054 ₺ 🇪🇺EUR: 49,1836 ₺ 🥇GRAM ALTIN: 2.788,31 ₺ BTC: 4.017.911 ₺ 🇺🇸USD: 42,3054 ₺ 🇪🇺EUR: 49,1836 ₺ 🥇GRAM ALTIN: 2.788,31 ₺ BTC: 4.017.911 ₺
Umudun zaferi
Köşe Yazısı

Umudun zaferi

28.10.2025 13:47
Doç.Dr.Hatice Tezer ASAN

İnsanın hayatında öyle dönemler vardır ki üzerinde taşıdığı özel anlamıyla, ömür yolculuğunun anıları içinde başköşeye kurulur ve sürekli hatırlanır ya da anılır.

Bu köşe yazısını paylaş:

“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de devası da yok bu dertlerin.” Sadık Hidayet/Kör Baykuş

 

İnsanın hayatında öyle dönemler vardır ki üzerinde taşıdığı özel anlamıyla, ömür yolculuğunun anıları içinde başköşeye kurulur ve sürekli hatırlanır ya da anılır. İşte sana bu mektubumda öğretmeliğimin ilk yılını ve bugün beni olduğum kişi yapan yaşanmışlığımı anlatmak istiyorum. Çünkü istiyorum ki, o yıllarda ilk öğretmen olmanın heyecanı ve delişmen gençliğin içinde önemini tam kavrayamadığım, ancak yıllar geçtikçe anlamını teslim ettiğim ve ne zaman umutsuzluk kapımı çalsa gülümseyen bir ışık halesiyle yolumu aydınlatan bu hikaye, sana da umutsuzluk dehlizine düştüğünde avucuna birikmiş güçlü bir gün ışığı kadar tükenmez bir umut kaynağı olabilsin.

 

Öğretmenliğimin ilk yılı… Göl kıyısında, kadim zamanlardan kalmış gizemli medeniyetlerin izlerini taşıyan küçük bir kasaba. Gölün kumları altın gibi ışıltılı, ince taneli ve ipeksi yumuşaklıkta olsaydı ya da suyu sığ -yüzülesi ve ılık-, pek çok insan burada yaşamak isterdi diye düşünmüştüm, o sonsuz mavilikle ilk karşılaştığımızda. 

 

Çıkılması çok zor hatta yer yer imkansızlaşan sivri kayalarla çevrelenmiş dağ şeridine sıkışmıştı tüm kasaba. Dağlar; dikenler ve verimsiz çalılıklarla, cılız bitki kümeleriyle doluydu. Göl, kopkoyu derinliklerle, ürkütücü yosunlu taşlardan oluşan şekilsiz gölgelerle alacalanmıştı ve suyu hiç de misafirperver olmayacak şekilde soğuktu. Ama asıl soğukluk, terörden yıllarca çekmiş, bir lokma ekmek için gurbet ellere canlarını göndermek zorunda kalmış; asırlardır dondurucu soğuktan daha soğuk olan cehalet düşmanına inat yaşamaya ve kesif yoksulluğa karşı durmaya çalışan halkımın umutlarındaydı… 

 

İşte şimdi ben, genç bir öğretmen olarak halkıma ışık olmaya ve soğumuş umutları kor sıcaklığına çevirip, geleceğimizi kuracak çocuklarımıza ilim taşımaya gelmiştim. Heyecanım dünyanın yedi harikasından daha ışıltılı ve daha güzeldi. Beni var eden, yetiştiren ve henüz 21 yaşında öğretmen olarak bu kutsal görevi bana emanet eden devletime, halkıma, aileme, insanlarıma emeklerinin karşılığını inanç olarak geri verme şansına sahiptim. 

 

Erken inen akşamların kızıllığında, kendi suskunluğuma çocuk cıvıltılarının eklendiği kasabaya gelişimden ve yokuşlu sokağın sonunda kiraladığım küçük evime yerleşmemden sonra tüm kasaba halkının beni kendi evlatları olarak benimsediğine tanık olmam çok uzun sürmedi.  Bazı akşamlar çalınan kapımdan uzatılan bir tas sıcak çorbada, bazı zamanlar sımsıcak gülümseyen bir çift gözde gördüğüm tarif edilemez insan sıcaklığı bana insanlığı asırlardır acıtan ayrımcılık kılıfının içinin ne kadar boş olduğunu anlatıyordu.  Burada her aldığım solukta, insanlar arasında hiçbir ayrımın olmadığını ve var olan ayrımların ise kurmaca, yapay ve yalan olduğunu bir kez daha görmekteydim…

 

Ben bir özel eğitimciyim. Farklılıkların her zaman insanlara korkutucu geldiği bir dünyada; aslında her farklılığın değerli ve eşsiz bir renk olduğunu her yüreğe taşımak, her akla anlatmak benim görevim ve en değerli amacımdı. Mücadele etmem gereken tek sorun, çocuklarımın özel durumları karşısında beceri ve sosyal uyum öğretimi ile sınırlı değildi. Bunu biliyordum ama gerçek anlamda öğrenmem yıllarımı alacaktı. 

 

Mustafa… Pırıl pırıl gözlerini üzerine yönelen tüm gözlerden kaçıran, çoklukla kendi kendine konuşan, iletişime açık olmayan kınalı bir kuzu. Otizmliydi ve bu özel durum, insan beyninin nasıl da farklı işleyebileceğini bana her gün bir kez daha gösterecekti. 

 

İlk haftalarda ürkek bir tay gibi hırçındı Mustafa. Kendini ifade etme becerilerini geliştirememiş olmasının da etkisiyle saldırgan tutumlarıyla beni sınıyordu. Pek çok öğretmen için zor kabul edilebilecek davranışları vardı. İnanılmaz bir hafıza ile kendi kendine sayıklamalarından yaşadıklarının onda bıraktığı derin izleri bir keşif gibi sentezlemeyi öğretiyordu bana. Güç denemeleri yapıyordu, ısırıyor, tekmeliyor ve benden nasıl bir tepki alacağını izliyordu sonra.

 

Üniversitede çok değerli bir hocamın son sözleri yankılanıyordu sıklıkla kulağımda “özel eğitim bir vicdan işidir, eğitim mücalesinde Yaradan ve vicdanınızla baş başa kalacaksınız. Bu sınavdan başarı ile çıkmak sizin elinizde. Vicdanınıza karşı alnınız ak olursa işte o zaman öğretmen olacaksınız.” 

 

Sevginin gizemli bir anahtar olduğunu düşünmüştüm hep ve işte şimdi karşımda etrafındaki tüm insanların yargılayan gözlerle baktığı bir insan yavrusu, hırçınlıkları içinde gizlenmiş sevgi ve kabullenilme isteğiyle duruyordu. Bunu biliyordum. İçimde birikmiş en güçlü annelik duyguları ile sardım Mustafa’yı… Nezaketle açmaya çalıştım yaşamının kapalı kapılarını. İlk haftalarda sert bir duvarla karşılaştığım o yaşamın değerli bir parçası olmaya başladığımı aşama aşama izledim. Önce küçük göz temasları ile beni kabul ettiğini gördüm, sonra okula daha heyecan ve istekle geldiğini, beni gördüğünde sevinçle zıplamasını… Teneffüslerde sessizce gelip elimi tutmasından anladım bana duyduğu güvenin büyüdüğünü… 

 

Bir gün derste, elimi uzatıp başına usulca dokunduğumda gözlerini bana doğru çevirdi. Bu onunla onlarca kez karşılaşmış olmamıza rağmen ilk canlı iletişim gibi duruyordu aramızda. Yosunun yeşili, denizin mavisi ışıltılı yansımalarla doluvermişti sanki bu bir çift göz bebeğine. Biraz daha derine gitse kum dokusunda benekçikler bulabilirdi insan. Oturduğu sırasında kalemi aceleyle defterinin arasında bırakıp heyecan içinde kurduğu kırık dökük cümleden sonra bana gelip kocaman sarılmasından anladım asla bitmeyecek ve onun tarafından asla unutulmayacak bir sevgi ile sevildiğimi ve özlendiğimi: “özleyeyim mi?” Bu, hayatımın en değerli temasıydı…

 

Sarılmak… Temasa bile tahammülü olmayan bir otizmli çocuk için sevgisini dışarı vurmasının en imkansız ve en coşkun haliydi… Bunu biliyordum ve o gece sevincimden uyuyamamış böyle bir sevgiyi yaşadığım için hem yaratıcıya hem mesleğime defalarca teşekkür etmiştim.

 

Otizm, her farklı varoluş gibi toplumca henüz bilinmezi çok, nedeni çok keşfedilmemiş bir sosyal gelişim farklılığıydı. Mustafa üç çocuklu bir ailenin en küçük evladıydı ve bu farklılığın kabulü, bu kabul ile yaşanacak bir ömrün ağırlığı ailesi için de zordu. Üstelik sürekli bu duruma garip gözlerle bakacak olan akrabaların üzüntü verici fısıldaşmaları, sosyal yaşamda aile üzerinde toplumca uygulanacak olan dışlamalarla yoğrulacaktı. Gönül rahatlığı ile evlatlarıyla birlikte seyahat etmek bir özlem olarak kalacaktı belki de yaşamları boyunca. Ya da tüm çocukların cıvıldaşarak oynadıkları bir çocuk parkına Mustafa’yı götürmeleri uzak bir rüya gibiydi şimdilik… Uzun ve anlamlı bir cümle kurması için belki aylarca, yıllarca beklemeleri gerekecekti. Durumu daha ağır olan öğrencilerimizin anne ve babalarından yalnızca bir defa “anne” ya da “baba” kelimesini duymak için ömrünü vereceklerine dair cümleler duyacaktım. Diğer çocukların aileleri için çok basit olan bir bir söz ya da davranış bu aileler için bir ömürlük özlem demekti…

 

İşte bu duygular ve gerçeklerle yüzleşirken tanıdım Mustafa’nın ailesini…

 

Mustafa’nın annesi… Hüzün buğusu gözleri, simsiyah saçları, bakışları çoğunlukla yerde, yaşadıklarından yorulmuş, yaşı belirsiz bir kadındı… Gözlerinde annelik şefkati ile yavrusunu her daim kollamaya hazır ürkek bir ceylan gibiydi. 

 

- Biliyor musun hocam insanlar televizyonda şehit haberlerine ağlıyorlar ya ben de diyorum ki keşke Mustafa sağlıklı olsaydı da asker olsaydı, sağlıklı olsaydı da şehit olsaydı… İki sağlıklı kızdan sonra topaç gibi bir oğlan doğurduğumda kayınbabam davul zurna çaldırıp yemek dağıttı komşulara… Bilir miydik böyle olacağını?

 

Tanıştığımızda ilk sözleri bir çırpıda dökülüvermişti ağzından… İsyan ediyordu, kabullenmekle kabullenememek arasında çırpınan bir kuş gibiydi… Her kelimesi yüreğimin içinde unutulmaz yer ediyordu. 

 

-Nasıl olacağını? Diye sordum sakince… Ailelerin darmaduman olmasına, isyan etmesine, kendilerini ya da Yaradan’ı suçlamalarına alışkındım ama bu kadın sanki sert bir kasırgada parçalanan bir ağaç dalı gibi şekilsizleşmişti adeta…

 

-Hastalıklı oldu işte.

 

-Oğlunuz hasta değil ki buraya da iyileşmek için gelmedi. Sadece diğer çocuklardan daha farklı bir gelişim gösteriyor bu yüzden özel bir eğitim görecek. 

 

-Kızlar böyle değiller ama ikisinin de aklı yerinde.

 

-Her çocuk farklıdır dedim başka ne diyebilirim bilmiyordum. Tüm varlığını doktorlara sermiş, otizm gerçeği ile yüzleşmekten yorulmuş bir anneye hangi söz iyi gelebilirdi ki…

 

-Bizim tek kaygımız Mustafa bizden sonraya kalırsa nasıl yaşar? Hayatta tek başına kalırsa ona ne olur?

 

Bu cümleyi öğretmenlik yaşantımın her adımında tanıdığım her özel öğrencimin ailesinden duyacaktım. Tüm anne babalar “evladım ya benden önce ölürse nasıl bu acıya dayanırım” kaygısı yaşarken özel çocukların aileleri “Biz daha önce ölürsek, evladımız bizden sonra ne olacak” korkusuyla boğuşuyor olacaklardı…

 

-Burada nerede kalıyorsunuz ?

 

-Beyimin amcaoğlunun evinde kalıyoruz kızlar Malatya’da babaannelerinin yanında işte tedavi bitince döneceğiz.

 

İçimi çektim bunun geçecek bir hastalık olmadığını, ömür boyu sürecek bir serüven olduğunu anlatmanın bir yolu olmalıydı… 

 

-Benim suçum dedi sustu, ağlıyordu.

 

-Bu suç değil diyebildim şefkatle ellerinden tutarken…

 

-Hamilelikte mi dikkat etmedim, aşılar mı zarar verdi bebekken, ben mi anlayamadım evladımın derdini de müdahale edemedim zamanında? 

 

Her özel çocuğun annesi belki de dünyaya bir canlı getirmenin en etkin varlığı olmanın, anne olmanın yükümlülüğü ile durumu kabullenme aşamasında bu soruları yineleyip durur kendisine… Eşini suçlar, modern sağlık tekniklerini suçlar, kaderi suçlar ama en çok kendini suçlar anneler. Bu evladına duyduğu derin sevgi ve şefkatin korkularla bezenmiş bir dışavurumudur aslında. 

 

-Saniye Hanım, dedim elimi güven verircesine elinin üzerine koyup… Bu senin suçun değil, bu bir suç da değil. Tüm şartlar başka olsaydı da yine de bir otizmli çocuğun olabilirdi, elden ayaktan noksan ya da felçli de doğabilirdi. Tamam, belki Mustafa asla ablaları gibi olamayacak ama bu demek değil ki bütün hayatını böyle geçirecek. İyi bir eğitim alacak ve şimdikinden çok çok daha iyi olacak, buna inanmalısın. 

 

Kara gözlerinde bir ışık yandı mı bilmem ama elimi tutup sıktı hafifçe…

 

-Ben annesiyim dedi kısık bir sesle. Onu ben doğurdum ve ne olursa olsun onu severim ama babası…

 

Yıllarca oğlan beklemiş, oğlan hayal etmiş ve oğluyla tam bir adam olacağına inanmış babayı ikna etmek en zoruydu biliyordum. Ağlayan, haykıran, ısıran oğlancıkla annesini itercesine dışarı yollayan sert ifadeli adam ile konuşmak kolay olmayacaktı bunu hemen anlamıştım. 

 

-Şimdi hocaanım biz Malatyalıyız evimiz ocağımız orada… Burada kardeşimin yanında kalıyoruz geçici olarak. Misafir olarak her yanımız altın kaplı olsa ne kadar katlanırlar bize. Oğlanın tedavisi ne zaman bitecek sen hele onu söyle. 

 

-Tedavisi olsaydı biterdi Rıza Bey. Ama hasta olmayan bir çocuktan bahsediyoruz Mustafa gayet sağlıklı gürbüz bir çocuk. 

 

-E neden böyle etini burmuşlar gibi ağlanıyor, feryat figan yerlere kapaklanıyor ? Ablaları el kadarken konuştulardı bu ana baba bile diyemiyor. 

 

-Bakın yeryüzünde çeşit çeşit canlı var değil mi? Hiçbiri diğerine uymaz. İki gülü bile yan yana koysan tıpatıp aynı değildir. Çocuklarımız da birbirinden farklıdır, kimi her şeyi hemen öğrenir ama çok sık ateşlenir, kimi tombuldur ama bünyesi zayıftır sürekli hastalanır, kimi okumayı geç söker de iyi futbol oynar öyle değil mi?

 

-Öyledir hocaanım ben liseyi bitiremedim ama hesap kitap yaparım.

 

-Değil mi? Bakın Mustafa sadece diğer çocuklardan farklı, o da öğrenecek, konuşacak belki büyüyünce size işlerinizde yardım edecek ama hiçbir zaman diğer çocuklarla ya da gençlerle aynı olmayacak. Aynı olmaması kötü olması demek değil ki… Hem Mustafa’nın diğer çocuklarda olmayan çok derin bir hafızası ve farklı yetenekleri de var. 

 

Şöyle anlatayım dedim sesimi olabilecek en sakin tona ayarlayarak. Diyelim ki sizin Almanya’da doğup büyüyen bir kardeşiniz var ve hayatında ilk kez Malatya’ya geliyor ne Türkçe biliyor, ne de Türk adetlerini… Size çok tuhaf gelen hareketler yapıyor. Şimdi siz bütün aile Almanca öğrenemeyeceğinize göre en doğrusu ona yavaş yavaş, sabırla ve asla tükenmeyecek bir sevgiyle dilimizi, adetlerimizi öğretmek değil mi? 

 

Rahatlamıştı, gevşeyen yüz kaslarının hareketinden bunu anlıyordum artık. Elinde çevirip durduğu tespihi bileğine geçirip bir süre belirsiz bir manzaraya bakar gibi daldı, düşündü. 

 

-Belkim Saniye ile kızları getirsem ev falan baksam…

 

Çıkarken eline bir yazı* tutuşturdum “Bunu okuyun Rıza Bey” dedim, ne zaman çok umutsuz hissederseniz bunu okuyun. Gizemli bir dua ya da muska gibi tuttu giderken. 

 

Sonraki günlerde okulumuzda benzer sorunları yaşayan onlarca çocuğumuzun olduğunu fark ettim. Bu farkındalık, çocukların ve ailelerinin yaşamlarına ve duygularına daha yakın kıldı beni. Ailelerle daha fazla görüşmeye başladım. Tek odalı evlerde yer sofralarında yenen sıcak lavaşı daha sıcak gülüşlerle şenlendiren çocuklarımın bu ziyaretlerden nasıl da mutlu olduklarını ve daha güçlü hissettiklerini görüyordum. Yüreğimde filizlenen eğitim tohumları, halkımı şimdi her şeyden fazla sevdiğimi, tüm ömrümü onlar için çalışmaya adamakta kararlı olduğumu fısıldıyordu bana. Küçük bir fidanı, içinde bulunduğu toprakta usulca, merhametle, sevgiyle, özenle besleyip yetiştirmek, farklılıkların zenginliklerimiz olduğunu her yüreğe taşımaktı özel eğitimci olmak. Bunu öğreniyordum. 

 

Ilık bir meltem gibi yürüyordu zaman… Yazın ilk günlerinin getirdiği gelincik, papatya, kardelen ve nergislerin buğulu ve baş döndürücü kokusu ağır ağır yayılıyordu kasabanın üzerine. Sanki o günlerim, düşler ülkesinden gelen ışıltı bir masaldı. Bütün bu dekor, çocuklarımın düşleriyle, umutlarıyla, gelişen yetenekleriyle, sevgileriyle tamamlanıyordu. Öylesine naif ve öylesine çarpıcıydı ki öğretmenliğin bende bıraktığı tat… öğrencilerimle büyüdüğümü hissediyordum. 

 

Akşamların ilk koyulukların düşmeye başladığında yüzlere, evimin karşısındaki sokakta cıvıltıları her yeri dolduran öğrencilerimin arasına karışıyordum okul çıkışlarında. Düz, kıvırcık, dalgalı saçları tatlı bir ahenkle rüzgarda uçuşan, kehribar rengindeki gözleriyle özel gereksinimli olan ve olmayan tüm çocuklarımla, ben de çocuk oluyordum yeniden.

 

Çocuklarımın aileleri artık benimde ailelerim olmuştu. Kocaman bir aile olmuştuk ve benim kocaman bir ailem vardı. Akşamları kapı oturan annelerden ve mahcup yüz ifadeleriyle çocuklarına gün geçtikçe daha umutlu konuşan babalara kadar, dinlediğim her yaşam hikayesinde aslında özel eğitimin gerçekliğine varıyordum. 

 

Özel çocuğa sahip olan anne ve babalar neyi nasıl yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içindeydiler. “İnsan insanı yarasından tanır, o yaradan dost olur, yoldaş olur” ve en çok benzer sıkıntıları yaşan insanlar anlarlar birbirlerini. Özel çocukların ailelerinin, uğultulu dehlizlerin içinde sarnıç sarnıç artan yalnızlıklarını paylaşacak insanlara ihtiyaçları vardı. Ailelerin birbirlerine temas etmesiyle umudu, dostluğu ve çoğulluğu büyüttük birlikte. Zamanın karşı durulamaz yıkıcılığı karşısında farklılıklarımızla birbirimize sarılıp yıkılmaz dostluklar yarattık çocuklarımızla.

 

1 yıl sonra…

 

Okulun bahçesinde iki güzel ablasının ortasında çocuk parkında kendi kendine kumlar ile oynuyordu Mustafa. Saniye Hanımla göz göze geldiğimizde, onu ilk gördüğüm gün gözlerinde yakaladığım hüzün buğusu yerine kristal parçacıkların birbirine çarptığı andaki kadar aydınlık gülüşler gördüm gözbebeklerinde. Bir kelebeği sever gibi sevdim, tekmil yıldıza kesmiş gözlerinde gördüğüm aydınlığın göğümü aydınlatan zaferini. Konuşmadan gözlerimizin denizlerinde ışıyan ve ışıdıkça evreni ışığa boğan umudun ve başarının ezgilerini duyduk birlikte.

 

Az ilerde Mustafa’nın yanında duran babaları, kızlara bir şeyler anlatıyordu, kulak verince gülümsedim.

 

-Kızlar bütün meyveler aynı anda tatlanmaz değil mi? Çocuklar da aynı anda büyüyüp öğrenemezler.

 

Ve o sırada benim onlara doğru yürüdüğümü gören Mustafa, sevgi dolu güzel gözlerini gözlerime dikip ayağa kalktı… Kolları beni sarıp sarmalamak için açık, koşarken bağırıyordu:

 

-“Öğretmenim özleyeyim mi?”…

 

*Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyden anlamaz. Hiç bir şeyden anlamayan insan değersizdir. Oysa anlayan hem sever, hem her şeye karşı duyarlı olur, hem de görür. Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa, o kadar büyük sevgi vardır. Bütün meyvaların çileklerle aynı anda olgunlaştığını sanan kişi, üzümleri hiç tanımıyor demektir.(Paracelsus)

 

Cumhuriyetimizin 102. Yılına Saygıyla

 

Doç. Dr. H. Tezer ASAN/İzmir 2025

 

Yayınlanma: 28.10.2025 13:47